Truman’ın hikayesi bizlere çok tanıdık olsa gerek, çünkü metaforik anlamda baktığımızda her birimiz gelişimimizin ayrılma-bireyleşme evresinde, yani 0-3 yaş arasında, Truman’ın hikayesini deneyimledik. Bize sunulan bir gerçekliğin içinde kıvranıp durduk, başka türlü yaşamanın mümkün olup olmadığını merak ettik, keşfetmeye kendimizi adadık… Bütün bunlar epigenetik bir açılımın ifadesiydi aslında, ebeveynin bize sunduğu dünyanın dışına çıkmaya ve taşmaya olan meylimiz genetik kodlarımızda vardı. Ama çoğu defa engellendik, konforlu olanı tercih etmeye davet edildik, ayrılma kaygıları deneyimledik ve tıpış tıpış geri döndük…
Christof, Truman için yarattığı dünyanın gerçek dünyadan daha iyi ve güvenli bir yer olduğunu savunuyor. Tıpkı ebeveynlerimizin de bizim için neyin daha doğru olduğunu bilmeleri gibi değil mi? Christof’a analiz boyunca Truman’ın ebeveyni olarak bakacağım. Öyle ki, ebeveyninin sunduğu bir dünyada yaşamakta olan bir bebek Truman. Film boyunca bütün mesele de ona sunulan bu gerçekliğin dışına çıkmak istemek yani kuramın teknik terimleriyle ‘ayrışmak ve bireyleşmek’.
Bizler doğduğumuzda biyolojik kordonumuz kesiliyor lakin psikolojik kordonumuz 3 yaşına dek yavaş yavaş kesiliyor. Bu süreçte adım adım uzaklaşıyoruz ebeveynden. İlk adım annenin kucağındayken başını geriye atması bebeğin. Burada ilk mesaj veriliyor anneye ‘artık dünyaya dönüp bakmak istiyorum.’ Tıpkı Truman’ın kaşif olma arzusunda ifade edilmeye çalışıldığı gibi. Bir sonraki önemli dönem emekleme dönemi. Fiziksel olarak da anneden ayrılabileceğini fark eden bebek için müthiş bir açılımdır bu. Bebek kapıya kadar gider ve oturur. Burada yakıtı bitmiştir. Döner ve anneden bir onay almak ister. Eğer anne ‘Git ve dünyayı keşfet, düşersen döndüğünde beni bulabilirsin’ mesajını sağ beyinden sağ beyne verebilirse bu bebek kendini gerçekleştirmeye doğru yol alacaktır. Ancak kaygılı bakışlar eşlik ediyorsa bu bebek bir adım daha atamayacaktır. Ve annenin istediği bebek olacak, kendinden vazgeçecektir. Film boyunca, işte eşikten o adımı atmak isteyen Truman’a annenin istediği bebek olması doğrultusunda telkinlerde bulunuluyor ve yaratılan stüdyoda kalması sağlanıyor.
Truman’ın her şeye rağmen oradan çıkmak için attığı adımlara ‘kendilik aktivasyonu’ deniliyor. Kendilik aktivasyonları bizi kendimize yaklaştırır ancak içselleştirdiğimiz ebeveynlerin bizden enerjisini çektiği anlamına da geldiği için aynı zamanda zor duygular yaşatır. Bu yaşanan zorlu duygulara ‘Mahşerin altı atlısı’ denir. Truman film boyunca panik, öfke, depresyon, suçluluk, çaresizlik, boşluk gibi duyguları deneyimliyor. Özellikle gemiden inip duvarı yumrukladığı sahne çaresizliğin sanatsal bir anlatımıdır denebilir.
Truman’ın oradan çıkmasını destekleyici karakter olan Sylvia ise Truman’ın ‘kendilik nesnesi’ yani onun doğal ihtiyaçlarını gören ve karşılayan kişi. Bir anlamda sağlıklı ebeveyn olarak tanımlayabiliriz. Terapist olarak konumlandırmakta tutarlı olacaktır çünkü terapistlerde bir anlamda yeniden ebeveynlik yaparak yarım kalan hikayenin sağlıklı bir şekilde tamamlanmasına destek olurlar. Sylvia olmasaydı Truman oradan çıkmayı başarabilecek miydi? Sorusu ayrı bir yazının başlığı olmaya değer. Çünkü Sylvia ‘dış gerçekliği’ temsil ediyor bu da kafamızdaki füzyondan çıkma şansı demek ve sağlıklı gidişat için mühim şeylerden biri.
Elbet kısa bir analiz bu. Yine de aktarmak istediklerimin genelini sunmuş oldum. Daha da detaylandırmakla birlikte filmdeki pek çok zenginlik kuramsal bilgiyle keyifle buluşabilir.
Daha önemlisi var mı yaşamda bilmiyorum. Her şeyin alt yapısı gibi geliyor bana. Zeminde ruh sağlığı varsa hayat sanki yaşanılası ve de tat alınası. Ruh sağlığı sallantıdayken çünkü yaşam darmadağın oluyor. Tatsız tuzsuz, karmaşık, bunaltıcı.
Zaman geçsin gitsin diye dakikaları saymanın ne demek olduğunu biliyorum, uyanmayı istememek üzere uyumanın anlamını da. Ağlamaklı ağlamaklı günlük hayatı sürdürmenin acısını da biliyorum. Bir garip boşlukta yüzmenin manasını da.
Ruhun sağlıklı olması… yerli yerine oturması taşların. Zihnin doğal akışa uyumlanması, takılıp kalmaması sağda solda. Gündelik hayatı sürdürebilme, adapte olabilme olan bitene…
Neden bu kadar zor?
Dardayken bir kuytunun içindeymişçesine boğuşma, ferahlıktayken göklerde bir yerlerde dolanma… ayağın yere sağlam basması olsa gerek ruh sağlığı. Çöküşteyken de yükselişteyken de bir parçanın gerçeklikle temasta kalabilmesi. Öylesi de böylesi de hayatın bir parçası diyebilmek. Hayat tümüyle içinde bulunduğumdan ibaret değil de bir zamanlar şu da vardı ve beni ben yapandı diyebilmek… yoksa salt bir dinginlik midir ruhun sağlıklısı? Öyle değil gibi geliyor bana. Sarsıntı da da bir şekilde güvende kalabilmek desek? Belki bu. Güven anahtar kelime. Kalbin titrememesi devamlı, sabit ve kararında olması. Emniyette hissetmesi, ümitvar olması, dayanma kapasitesinin genişliği…
Ruh sağlığı hayatın hangi noktasında kaybedilmiştir, nerede kazanılacaktır? Herkesin kendi öznelliğinde bir yanıtı olsa gerek. Temel meselenin bu olduğuna inanıyorum. Nedenselliklerden yol alarak nasıllara ulaşmak…
Dibe vurmasaydım kibrimin farkında olmayacaktım diyor Siddhartha. Kibir midir katıldığım nokta bilemiyorum ama çok yakın geliyor bu cümle bana. Dibe vurmanın bir anlamı olsa gerek.
Dip neresidir? Gidebildiğimiz son nokta, derinlerde bir yer... Okyanusa benzetilir bazı yerlerde insan ruhu, dibe indikçe çıkması zorlaşır hani, vurgun tehlikesi vardır. Yine de hazineler oradadır, gizem oradadır, merak oraya çeker insanı.
Vurgun güzel metafor aslında, yolculuğun nasıl olması gerektiğine güzel atıf. Yavaş yavaş inmeli, indiğinden daha yavaşta çıkmalı. Nazik davranmalı yani, kendine. Özüne şefkat eşlik etmeli kendini keşfe.
Ama bazen aniden buluveririz kendimizi dipte. Günler karanlıktır artık, hayat tatsız tuzsuzdur, tutulacak hiçbir dal, gidilecek hiçbir yer yoktur. Daha öncesinde bize hitap eden pek çok şey anlamını yitirmiştir. Yaşam, yapılması gereken bir ödev haline gelmiştir.
İşte böyle durumlarda çıkılacak bir yüzey olması çok uzak gelmektedir. Oraya mahkummuşçasına takılıp kalırız. Güzel günler hiç yaşanmamış gibidir, yaşandıysa bile tekrar gelmeyecek gibi...
Zihinde bir tasarım aslında bu. Bir tasarımın içinde boğulup kalmak. Bir duygu şemasına hapsolmak... Metafor olarak tanımlayacak olursam, zihnimizde çeşitli adalar var. Üzüntü adası, öfke adası, çoşku adası, utanç adası, şaşkınlık adası... Bazen öyle olur ki bu adaların birinde mahsur kalırız. Diğer adalarla bağlantı kuramayız, yerimizden kıpırdayamayız... Oysa asıl ihtiyacımız köprüler olmasıdır bu adalar arasında. Zihinde bir bütünleşmedir bahsettiğim... Terapi nihayetinde bunu sağlar tüm teknikleriyle.
Kendimizi güvendiğimiz birinin eşliğinde keşfettiğimiz, beraber dibe doğru gittiğimiz yer terapi odası. Bir söz vardı, 'terapinin derinliği terapistin derinliği kadardır' diye. Öyledir sahiden, terapistte dalabildiği kadarına götürebiliyordur danışanını...
Sonu var mı peki bu dibin? açtıkça daha çok açılıyor, katman katman insan ruhu... kendini keşif sonsuz bir yolculuk.